Aralık 12, 2012

Dedem'e.


Bugün 2 Kasım. 2012’si umurumda değil, 2006’dan beri. 
Anne babası çalışan çocukların dört yolu vardır. Kendi seçemeyecekleri dört yol. Ya çocuğun annesi işten çıkacaktır, ya çocuğa bakıcı tutulacaktır, ya çocuk kreş gibi bir şeye verilecektir, ya da çocuk yakın akrabalara emanet edilecektir ki bu yakın akraba genelde anneanne/babaanne/dede olur. Babaannemin beni bırakması mümkün değildi. Ben onun tek oğlunun tek kızıydım. Tek oğlu onun tek çocuğuydu. Tek çocuğunun tek çocuğuydum. Tek torunuydum.
İki buçuk aylık bir bebeği emanet edindi babaannemle dedem. O iki buçuk aylık bebek, hayatlarının en mutlu zamanlarını geçirmelerini sağlamıştır, eminim. Her şeyden sakındıkları bir bebek ve o bebeği hayatlarının en önemli parçası yapmaları.
Bir babaannem vardı benim. Demirşah. Yugoslavya’dan gelmiş daha üç yaşındayken. O zamanlar Yugoslavya, şimdiki adıyla Makedonya. Demirhan derlerdi ama. Ben onu oldum olası Demirhan bildim. Günün birinde nüfus cüzdanına baktığımda Demirşah yazdığını gördüm ve inanmadım. Çocuklar hiçbir şeye inanmaz zaten. Her şeye inanır görünür ama hiçbir şeye inanmaz. Babannaem vardı benim, gece bana sırtını dönüp uyuyan. Asla yüzünü dönmeyen. Çünkü düşünürdü ki, bu çocuk benim nefesimden mikrop kapabilir. Eğer ona yüzümü dönüp uyursam, nefesim gider ona. Nefesim giderse bundan etkilenir. O yüzden ben uyur uyumaz sırtını dönerdi bana. Bazen gece uyanır, onu da uyandırır, bana dönmesini söylerdim. Dönerdi, sonra tekrar… Anneme bile vermezdi beni, sokağa çıkartır da beni hasta eder diye. Evlerimiz çok yakındı. Babaannemlerin evi ile bizim ev arası bir dakika içinde yürünebilirdi. Gene de sabahları işe giderken beni kaldırıp uykumu bölmesinler diye kendi evimde kalmamı istemedi babaannem, bizim evde kalsın dedi/demiş. Böylelikle ben sekiz yaşıma kadar sadece hafta sonları kendi evimde uyudum. 98 yılının Ekim ayına kadar hafta içi her gün babaannemle uyurdum. 98’in Ekim’inde, gitti. 
Babaannemi kaybedişim benim için çok büyük bir sarsıntı oldu. Anne derdim çünkü ona da. Öyleydi. Belli bir yaştan sonra babaanne demesini öğrendim, diyemiyordum. O da annemdi. Sekiz yaşında biri için her gece beraber uyuduğu insanı kaybetmek, çok zor. Fakat atlatması daha kolay sanırım. Bilmiyorum. Değildir belki de. Ama benim dedem vardı. Babaannem gitmişti ama dedem vardı. Biliyordum bunu.
Dedem. Balıkçı İsmail. Zamanında patates soğan da satmış, başka işler de yapmış ama hayatının büyük bir bölümünde Balıkçı İsmail’di o. Öyle bilindi. Öyle bildim. Aksaray’da herkes öyle bilirdi. Babası Bulgaristan’da doğup büyümüş, iri yarı bir adammış. Kendi aralarında herkes korkarmış ondan ama Bulgarlar korkmamış tabii. Bir gün, Bulgaristan’daki her Türk gibi, büyük bir göçle Türkiye’ye gelmişler. Edirne’ye. Dedem, Balıkçı İsmail. Masmavi gözlü, Edirneli Balıkçı İsmail. Edirne’de doğmuş. On üç yaşında, üvey annesine daha fazla katlanamayıp İstanbul’a kaçan İsmail.
Elleri balık pulları ile kaplı gelirdi her akşam eve. Bi’ de mavi önlüğü vardı. Ha bi’ de lastik ayakkabıları. Siyah. “İsmocum” derdi babaannem ona. İsmocuum diye seslenirdi. Yirmi iki yıllık hayatımda gördüğüm en mutlu çiftti onlar. Bir gün bile, bir gün, kavga ettiklerini görmedim. Birbirlerini sevmeden baktıkları bir gün bile görmedim. Babaannem, bir gün bile “İsmocum” demekten vazgeçmedi. Dedem, benim için o çok sevdiği karısı ile uyumaktan vazgeçmiş dedem. Sırf ben rahat rahat babaannemle uyuyayım diye salondaki rahatsız çekyatta yatan dedem. Tam sekiz yıl boyunca. Bir oda bir salondu çünkü o ev. 49 metrekare. Babamın büyüdüğü ev. Evlenene kadar kaldığı ev, benim de büyüdüğüm ev oldu. Ama ben babam gibi salondaki çekyatta yatmadım hiç. Babaannemin benim için ısıttığı yatakta yattım. Dedemi, çekyatta yatmaya mecbur bıraktım.
Babaannemin ölümünden sonraki birkaç gün, babam-annem dönüşümlü olarak baktı bana. İş yerinden alabilecekleri izin sınırlı olduğundan bana kimin bakacağı telaşına düştüler. Bir süre anneannem geldi, istemedi sonra. Gitti. Bakıcı mı bulsak falan derken, dedem “Ben vermem onu kimseye” dedi. O an, her şeyini bıraktı. İşini bıraktı, yaptıklarını bıraktı. Birden, sırf benim için emekli oldu. 70 yaşında bir adam, sekiz yaşında bir kız çocuğuna bakmak için bıraktı yaptıklarını. Öyle sevdi beni.
Çok şey öğrendik dedemle birlikte. Yemek yaptık mesela. Tek erkek kalınca, yemek yapmasını öğrendi. Hem sadece bana değil, annemle babama da yapıyordu. Annemle babam akşam iş çıkışı direkt dedeme gelirlerdi. Sofra hazır, dedem yapmış olurdu yemekleri. Dedemin yaptığı süzme mercimek çorbasını hiçbir yerde içmedim. Onun yaptığı karnıyarığın lezzetini henüz kimse tattırabilmiş değil bana. Biber dolmasını hiç sevmem, dedeminkine bayılırdım. Yaprak sardık bir gün onunla. Etli yaprak sarması yapacaktık. Normalde malzemeler çiğden konur. Biz o gün dedemle kıymayı kavurduk, pirinçleri haşladık. Soğanları kavurduk. Her şeyi kavurduk, yaprakları öyle sardık. Hem de tersten sardık. Gene de bir tuhaflık olduğunun farkındaydık. Annem gelince gördü, fark etti. Ama pişirmiştik artık, oturduk yedik. “Apırsada köpürsede yiyeceğiz artık” demişti dedem gülerek. Dedemle benden başka kimse beğenmedi o sarmayı. Biz çok beğendik, çünkü bugüne kadar yapılmış en güzel yaprak sarmasını yapmıştık. 
Yemeklerden bahsetmişken, ve balık. Balıkçı İsmail’in torunu olduğum için, çok ufak yaşlarda alıştım balık yemeye. Çok sık yapılırdı. Hala balık sevmeyenlere anlam veremiyorum. Ben balık kültürü ile büyüdüm. Dedemin balıklarıyla.
Tatile çıktık birlikte. Dedem ve ben, sadece ikimiz. Üç sene üst üste aldık başımızı gittik. Bodrum’a gittik, dedemin kardeşinin yanına. Her gittiğimizde biraz daha fazla kaldık. Orada yapılan yemekleri beğenmediğimde (ki ben kolay kolay yemek beğenmezdim) dedem beni hemen köfteciye götürürdü. Ama söylemezdik kimseye köfte yediğimizi. Her denizden çıkışımda elinde havluyla koşardı yanıma. Denizdeyken de sürekli seslenirdim dedeme. “Dede bak, nasıl yapıyorum ama? Bak dede nasıl yüzüyorum?” Her seferinde bakardı, her seferinde hayranlıkla bakardı. “Afferin benim kızıma, afferin.”
Yeni kıyafetler aldığımda hemen dedeme gösterirdim. “Nasıl olmuş dede?” “Benim kızım çuval giyse yakışır!” derdi her seferinde. Yapma dede, sen de. Çuval da yakışır mıymış hiç insana? Bana yakışırmış. Bana her şey yakışırdı onun gözünde. 
Bir gün annem kızmış bana. Psikopat mısın sen gibi bir şey demiş sanırım, hatırlamıyorum. Dedem bunu duymuş, bilmiyor onun anlamını. Ufak bir kağıda not almış, cebine koymuş. Birkaç gün sonra gene annemle tartışırken birden cebinden çıkardı o kağıdı. Kağıtta “Psikopos” yazıyordu. Bağırdı anneme birden. “Geçen gün de böyle bir şey dedin sen, psikopos mu psikoz mu, sen nasıl dersin benim kızıma öyle?” diye. Hehe, dumur olmuştu annem. Diyemezdi çünkü kimse bana hiçbir şey. 
Doğum günlerinde ve babalar gününde hediyeler alırdım ona. Bugüne kadar aldığım hediyelere en çok sevinen insandı dedem.
Ortaokuldayken, öğlen eve geldiğimde hemen müzik kanallarını açardım. Kısık sesle dinlemek gibi bir adetim olmadığından, özellikle sevdiğim şeyler çıkınca sonuna kadar açardım televizyonun sesini neredeyse. 70 küsür yaşında adamlar, o kadar sesi kaldıramazlar. Dedem kaldırırdı. Bir kere bile “kıs müziğin sesini” dediğini hatırlamıyorum. Odasına gider yatardı, kapısını kapatıp. 49 metrekare evde kapının müziği engellemesi mümkün değil. Fakat katlanırdı benim için. 
Mobilyalar eskiydi evde. Kaç yıllık şeyler. Yeşil bir koltuk vardı. Dedemin en çok oturduğu koltuk. Çok kullanılmasının da etkisi ile iyice perişan olmuştu. Koltuğun yayları kumaştan dışarı fırlamıştı, o derece dökülüyordu. Hatta dedem yaslandığı zaman sırtına batıyordu o yaylar. Bizimkiler atalım o koltuğu falan diyordu. Koltuğu çok sevdiğimden ve hiçbir şeyi atamama huyumdan ötürü (çocukken de böyleydi) “Atamazsınız o koltuğu!” diye bağırıyordum. Dedem ya, atmadı. Yastık koydu sırtına, sünger koydu, bir şeyler koydu, ama atmadı. Atmadığı gibi de oturmaya devam etti o koltuğa. Sırf ben o koltuğu çok seviyorum diye.
Dedemle tartıştığımız, kavga ettiğimiz de oluyordu. Bana on dakikadan fazla küs kalamayan tek insan, dedem. Bir ritüelimiz vardı onunla. Akşam yemeğini yedikten ve biraz oturduktan sonra kendi evimize giderdik annem, babam, ben. Eve giderken, her seferinde, dedemi öperdim, iyi geceler dilerdim. Tam ayakkabılarımı giymiş kapıdan çıkarken derdim ki:
“Dede, camdan bakmayı unutma!”.
O gün rahatsız bile olsa, ne olursa olsun kalkardı, camdan bakardı bana. El sallardı. Ben de aşağıdan yukarı el sallardım. Gülümserdi. Bana öyle güzel bakardı ki, annemde babamda bile görmediğim bir bakış diyebilirim. Çok başka, çok ayrı, çok derin. Bir gece bile o camdan bakıp bana el sallamadan gitmedim o evden.
Ta ki, 2006’ya kadar.
2006 yılında dedem birden hastalandı. Adı belli bir rahatsızlık değil. Bacağı ağrıdı önce, kireçlenme gibi bir şey dediler. Gittikçe bir bacağının üzerine basamaz hale geldi ve yatmaya başladı. Zaten zayıf bir adamdı. Kendi yemek yemezdi pek ama sağlıklıydı da. Sigara içerdi, içki içerdi. 77 yaşında olmasına rağmen hiçbir rahatsızlığı yoktu. Zaten onu yavaş yavaş bitiren şey yatmaya başlaması oldu. Çünkü hareketliydi. Bacağındaki kireçlenme yüzünden birden bıraktı kendini. İyice zayıfladı sonra. 
Bir gece, gene dedemdeydim. İyice kötüydü artık, konuşmuyordu pek. Söyleneni anlıyordu ama cevap vermiyordu. Uyuyamamaya başlamıştı. Gittim odasına, sarıldım. “Dede” dedim. “Sen şimdi kapat gözlerini, uyu. Uyumaya çalış. Bak ben buradayım, birazdan eve gideceğim ama sen uyuyup uyandıktan sonra tekrar geleceğim. Tamam mı dedecim?” Öptüm.
Tekrar gidemedim.
2 Kasım 2006. Lise 2’deydim. 16 yaşında. Okulun rehber hocası geldi sınıfa. “Yağmur Türkeli’yi alabilirim miyim hocam” dedi. Gittim. Odasına doğru yürürken halimi hatırımı sordu falan. “Seni bu aralar pek iyi görmüyorum” dedi. “Bilmem, iyiyim aslında. Dedem biraz rahatsız, belki o yüzden, yüzüme yansıyordur.” dedim. Bir şey demedi. “N’oldu hocam neden çağırdınız beni?” dedim. “Bi’ odaya gidelim anlatırım” dedi. Gittik rehberlik odasına. Tek bir cümle çıktı ağzından:
“Annen seni almaya gelmiş.”
O an anladım. 
“Öldü mü?” dedim. Tek söyleyebildiğim bu oldu. Pek bir şey demedi, ne dediğini hatırlamıyorum zaten. Anneni çağıracağım şimdi falan dedi, gitti. Tek kaldım odada. Kendimi hiç bu kadar donuk hissetmemiştim. Hissiyatsızlık gibi bir şey. Başımı ellerimin arasına aldım, durdum öyle. Sonra annem girdi odaya. Onu görünce birden fırladım. 
“Anne?” diye çığlık attım. Öldü diyemedi. Yalan söyledi.
“Deden seni görmek istedi de, o yüzden geldim seni almaya.”
O an bana söyleyebileceği en saçma şeydi herhalde. Annemin o cümlesinden sonra bütün donukluğum gitti. Birden bağırmaya başladım. Sonrasını çok hatırlamıyorum.
O andan sonra hatırladığım en net şey eve girdiğim. Eve gidene kadar kendimde değildim gibi bir şey. Apartmana girdim ve merdivenleri çıktım hızlıca. Kapıyı açtılar, evde bin tane insan. Benim içeri girdiğimi gördükten sonra hepsi ağlamaya başladı. Birisinin bana doğru geldiğini hatırlıyorum ağlayarak ama kimdi hatırlamıyorum. Sarılmaya geldi ama sarılmadım sanırım, hemen dedemin odasına yöneldim. İşte tam o an, benim için zaman durdu. Yatak bomboştu çünkü.
2 Kasım 2006. Dedemin beni bırakıp gidişinin 6. yılı. 
Balıkçı İsmail. İsmail Hakkı. Yağmur’un dedesi. Sen sadece tek bir insanın dedesi oldun dede. Benim dedem oldun. Oğlunun kardeşi yoktu, senin başka çocuğun yoktu. Tek çocuğun da tek torun verdi sana. Başka birilerinin de dedesi olman beni mutsuz ederdi zaten. Belki kardeşim olsaydı, onu benden daha çok severdin, kim bilir. Ama benim seni değişebileceğim başka biri olamazdı. 
Sen gittiğinden beri çok şey değişti ama hiçbir şey değişmedi. Büyüdüm işte, büyümek neyse. Boyum uzamıştır belki biraz daha. Çok da değildir ya, 16ydım sonuçta.
Sen gittiğinden beri hiçbir çuval yakışmıyor üzerime. Kepli fotoğrafım var liseden, görseydin onu yere göğe sığdıramazdın herhalde. Üniversite kepini ben de daha göremedim ama o da olur yakında. Oğlun mühendis oldu ya, torununun da mimar olacağını bilseydin senden mutlusu olmazdı. Tek isteğindi çünkü benim okuyup elimin ekmek tutması. Gerçi ben senin için “zehir gibi” idim. Gelmiş geçmiş en zeki çocuk. Gelmiş geçmiş en güzel kız. Gelmiş geçmiş en sevdiğin. Her şeyi yapabilirdim ben, di’ mi dede? Elimden her şey gelirdi. Gelmiyor ya. Hiçbir şey gelmiyor. Sen olsan gelirdi. Gelmezdi ya, sana sarılırdım, o zaman gelirdi. Hani ben evdeki kirişe zıplardım, oraya değmeye çalışırdım boyum uzasın diye. İlk değdiğim zaman benden daha çok sevinmiştin. Şimdi elimi kaldırmam yetiyor o kirişe değmek için ama kimse sevinmiyor.
Yemekler yapıyorum, sen yiyemiyorsun. Geçen gün eski fotoğraflara bakarken 13. ya da 14. yaş günü fotoğraflarıma rastladım. Sen vardın. 13-14 küçüktü dede. Yetmedi bana. Sana yetti mi? 2005 yılı, aralık 31. Ben seninle geçirdiğim her bayramı, her yılbaşını sanki o son olacakmışçasına yaşardım. O yılbaşı bizdeydin. Son oldu be dede. Son yılbaşımız oldu. Son tombalamız. Son “yeni yılımız.”
Ben ne zaman antep fıstığı görsem sen aklıma geliyorsun. Antep fıstığı ile bile sen aklıma geliyorsun. O kadar her şeydik ki seninle dede.
Senin gözünün mavisinden de yok hiçbir yerde. Benim olan her şey senin derdin. O zaman gözlerin de benim. Zaten benden başkası bilmez o maviyi. Sesin gitmiyor aklımdan. Babaannemin sesini unuttum. Ama seninki gitmiyor. Gitmesin. Eğer senin sesini unutursam kendimden nefret ederim.
Seni çok sevdim ben. Dedem değildin. Babamdan ayırmadım seni. Sen torununu “arada bir” görünce sevinen dedelerden değildin. Her dede torununu sever. Sen beni başka sevdin, ben seni başka sevdim. Ben seni çok seviyorum dede. 
Fotoğrafın var çekmecemin üzerinde. Az önce açtım da çekmeceyi, bakamadım fotoğrafına. Sonra baktım, dayanamadım. Göz göze geldik az önce seninle. Bana kameralı telefon almıştın, 2003 müydü? 2004 mü? Ben senin fotoğrafını çektim o telefonla. Bir süre durdu telefonumda. Sonra sildim. Neden biliyor musun? Çünkü o fotoğrafı çektiğim için öleceğini düşündüm. Acaba dedim, ben bu fotoğrafı dedemi kaybedeceğim için mi çektim? Bir hatıra kalsın diye mi? Bırakacak mı beni yakın zamanda, bir güç mü çektirdi bu fotoğrafı? diye. Bu düşünce aklımdan geçer geçmez sildim. Ben seni kaybetmekten hep çok korktum. Ben seni kaybetmeyi hiç istemedim.
Bazen geçiyorum evimizin önünden. Giremiyorum ama içeri, sadece önünden geçiyorum. Bakıyorum cama. Sen duruyorsun orada. Gerçekten duruyorsun. Ben de duruyorum pencerenin altında bir süre. Bakıyorum öyle yukarı. Etraftakiler de bana bakıyor, nereye bakıyor bu kız diye. Seni benden başka kimse göremez artık. 
Hala elime yeni bir telefon aldığımda ilk işim senin evinin numarasını çevirmek oluyor. Hatta birkaç kere aradım, aradım, aradım. Kimse açmadı.
Seni çok özledim.
Dede, “Camdan bakmayı unutma.”

1 yorum:

Kvartetten dedi ki...

http://www.youtube.com/watch?v=BTsTfSZT8qg