Aralık 12, 2012

Beş gün önce bugüne kadar yaşadığım en korkunç anı yaşadım.


Sadece korkunç değildi. İçinde birçok şeyi barındırıyordu ve barındırdığı şeylerin hemen hemen hepsini
en yoğun hali ile hissettirdi. Kendim için en çok istediğim şeyleri aklımdan sildi süpürdü, hatta o an her şey silinip süpürülmüştü benim için. Kendim bile.
13 Eylül akşamı, saat altı buçuk civarı. İşten geldi babam, her zaman geldiği saatte. Konuştuk ettik, mutfağa gitti sonra. Anormal bir durum yoktu benim baş ağrım dışında. O akşam, birkaç günlük baş ağrımı çekmeye devam ediyordum. (Ne biçim de ağrıydı yalnız, ona da korkmuyor değildim aslında “noluyor lan, bi’ şey çıkmasın şimdi beynimde” diye ehehe.) Hafiflemişti gerçi önceki günlerine nazaran. Evde olmamın sebebi de baş ağrımdı. Eğer başım ağrımasaydı, o akşam altı buçukta evde olmayacaktım.
Koltukta oturmuş bir şeylerle oyalanıyordum ki, babam mutfaktan koşarak salona geldi. Kıpkırmızı, mosmor, belki de yemyeşil. Bilmiyorum. Babamın gözleri iri ve mavidir. O renk değişimi içinde gözleri çok daha belirgindi ve dışarı fırlamaya uğraşıyorlardı resmen. Önce anlamadım ne olduğunu, tek gördüğüm şey yüzündeki renk değişimiydi. Üç beş saniyelik afallamamdan sonra babamın zıpladığını fark ettim. Bir de tuhaf sesler çıkardığını duydum. Koltuktan fırlayıp “N’oldu!” diye çığlık attığımı hatırlıyorum. Babam bir yandan zıplıyor, bir yandan acayip bir ses çıkarıyor ve bir yandan da nefes almaya çalışıyordu. O an vücuduma bir şey battı, tamamına. Bir kıskacın içine konulup sıkıştırılmış gibi hissettim. Dünyanın en soğukkanlı insanı olduğumu düşünürdüm. Yalan. Düşünme yetimi kaybetmiş gibiydim ve sadece babamı algılayabildim o an. Başka hiçbir şeyi değil.
Nefes alamamak demek, ölmek demek. Babamın karşımda nefes alamayaşını; üstelik bunu yapabilmek için çırpındığını gördüm. Babamın ölmemek için çırpındığını gördüm. Babamın gözlerindeki korkuyu gördüm. Babamın nefes alamama karşısındaki çaresizliğini gördüm. Babamın o an bana muhtaç olduğunu gördüm. Babamın o anki hisleri bana geçti. Babamın her şeyi o an bana geçti. Ve ben. Kendi çaresizliğim. Babama müdahale ederkenki acizliğim. Beni var eden insanın neredeyse elimden kayıp gidişini görecek olmam ama hiçbir şey yapamamam. Babamla göz göze gelip acaba son kez mi bakıyorum gözlerinin içine dedim kendime. O da dedi bunu, biliyorum. 
“Benim nasıl oluyor da elimden hiçbir şey gelmiyor?”
Babam, ben, zaman. Geçmedi. Her şey durdu, ben durdum, babam durdu. Ben nasıl bir acizim? Böyle olmaz, böyle gidemez. Ben de giderim, gitmezsem duramam. Babam. Bana “sahip olduğum tek şey sensin” diye insan. Sahip olduğu tek şey nasıl çaresizliği ile böyle yüzleşir ona karşı? Başımı ellerimin arasına götürdüm. Bağırdım gene birkaç kere. Nefes almaya çok zorlandığı noktalarda “Baba!” diye bağırdım. Çünkü ara ara daha kolay oluyordu nefes alması, sonra tekrar zorlaşıyordu. O zorlandı, ben baba dedim. Ben zaten on hep baba diyorum. Yeni bir şey değil bu. Başka bir şey yapmalıyım, başka bir şey demeliyim. İlaç? Ne olduğunu bilmiyorum, ne ne verebilirim? Sırt üstü yatsa? Yatmamalı. Daha çok tıkanabilir. Boğazına bir şey kaçmadı çünkü zaten ilk yaptığım şey sırtına vurmak oldu. Eliyle işaret etti, vurma dedi, vurmamalıydım. Bilmemek. Bilememek. 
Hiçbir şey yapmadan duracağına ambulansı falan arasaydın diyeniniz olmuş olabilir elbette. (Umarım dememişsinizdir lan, aptal mıyım ben?) Yukarıda bahsettiklerim aklımı kaybetmemi sağlamaya çalışırken, ambulansı aradım. Ardından annemi. O da işten çıkınca bir yere gidecekti o akşam, eve gelmeyecekti. Ambulansı aradım aramasına ama şak diye kapının önüne gelmediğinden, ambulans gelene kadar yaşadığım şey, yani yukarıda bahsettiklerim beni bırakmadı, boğuldum. O nefes alamadıkça ben de alamadım. O çırpındıkça benim her zerrem çırpındı. Onun burnundan çıkan sesi duydukça kendime lanet ettim.
Kalp krizi değildi, ilk akla gelen elbette o oluyor ama öyle olmadığını işaret etti. Nefes alamıyordu sadece. Yalnız eve geldiğinde, apartmanda tiner kokusu olduğunu söylemişti. Ben bütün gün evdeydim fakat fark etmedim o kokuyu. Ne zamanki babam çırpınarak salona geldi ve ben ambulansı aramaya gittim, o zaman, arka odaya geçince fark ettim o hayatımda daha önce hiç bu kadar şiddetlisi ile karşılaşmadığım tiner kokusunu. Ben de öksürmeye başladım sonra, öyle böyle değildi. Ambulansı arayıp salona döndükten sonra babam, nefes almaya çalıştığı sırada zar zor “Tiner mahvetti beni.” gibi bir cümle kurdu. O öyle deyince, pencere kenarında tuttum. Biraz iyi gibi oldu ama sonra tekrar tıkandı. Bu arada ambulans hala gelmiyor tabii, eğer olur da birisi kalp krizi gibi ani ölüme sebep olabilecek bir şey geçirirse yanınızda, ambulanstan pek medet ummayın. Sonra geldi, ters yöne girdi. Sokak dar, daha doğrusu sokağın genişliği normal de, beynine sıçtığımın insanları arabalarını sokağın sağına soluna park ettikleri için ambulans geçmekte zorlandı. Bağırmama fırsat kalmadan ters yöne devam etti ambulans. Babam arkamda çırpınıyor, ambulans ters yöne gidiyor. Sonra tekrar yola girdi, gelmeye çalışıyor fakat başka arabalar karşısına çıktı ambulansın, gene geçemedi. Ambulansın sesini duyuyor, yetmiyor görüyor, hala önüne çıkacak şekilde dönüyor mal. Neyse çekildi sonra, o arada ben ambulans diye bağırdım en üst kattan, boğazımı yırtarcasına. Duydular beni, durdular. Kapısı açıldı ambulansın, sağlık görevlileri çıktı içinden ama ne çıkış! Eve misafirliğe çağırdık sanki herifleri. Ağır ağır yürüyorlar falan, ambulans diye avazım çıktığı kadar bağırdığım halde. Ki acil’i aradığımda hastanın şikayeti ne sorusuna nefes alamıyor dedim. NEFES ALAMIYOR DEDİM ULAN, NEFES ALAMIYOR. DAHA HALA NEYİN RAHATLIĞINDASIN SEN? NE OLMASI GEREKİYOR HIZLI HAREKET ETMEN İÇİN? Koştum kapıyı açtım, bu sefer merdivenlerden yavaş çıkıyorlar. Tam küfür edecektim, geldiler öksüre öksüre ve görevlinin müthiş sorusu geliyor:
“Ne kokuyor burada ya? Ay ciğerlerim tıkandı. Ay yandı resmen.”
“Ne bileyim ya? Tiner kokuyor işte, hasta bu tarafta.” dedim. İçeri geldiler, babam hala nefes almakta zorlanıyor azalmış da olsa, görevliler bu sefer babama soruyor “Abi ne olmuş burada yeaa?”
Ebenin amı oldu.
Beni bir yandan annem arıyor, bir yandan da gideceği yerdeki (bir kuzenimin doğum günü vardı) akrabalara söylemiş “Şenol fenalaşmış, ambulans çağırmışlar, oraya gidiyorum” diye, teyzemler, anneannemler falan arıyor. Habersiz bırakmak da istemediğimden kısa kısa cevaplar vermeye çalışıyorum, bir yandan babam bir şeyler demeye çalışıyor şunu al bunu al yanına diye onları toparlıyorum, bir yandan görevlilerin götlüğü devam ediyor. Neyse sonra indirdiler babamı aşağı, hemen oksijen verdiler, kendine geldi. Fakat o rahat rahat ilk nefesini alana kadar, ben de nefessiz kaldım. Belki ondan daha nefessiz kaldım.
Bu arada apartman boşaltıldı o an. Ambulansın sesini duyunca cama çıktı bir alt katta oturanlar. Tiner kokusundan falan bahsedince, o da kokuyu hissettiğini hatta bebeğinin hafif ateşlendiğini, beş altı yaşlarındaki oğlunun da midesi bulandığını söyledi fakat tinerden olabileceğini düşünmemişler. Hemen indi aşağı onlar da, bebek kendine geldi biraz. Dördüncü kattakiler de inince apartman tamamen boşaldı. Bu arada koku üçüncü kattan geliyordu, yeni taşınan bir çift evin badanası ile uğraşmış o gün. Apartman dairesi gibi alanlarda kullanılmaması gereken, ağır gelecek bir tiner kullanmışlar. İtfaiye geldi, havalandırmayı açtılar vesaire vesaire. 
Nasıl ulaştılarsa, üçüncü kata yeni taşınan adama ulaşmışlar. Adam geldi, babam olayı anlatmak için gitti. Aralarında geçen diyaloğu bana da anlattı sonra babam, eğer o an, adamın ettiği o lafı duysaydım babam kadar sakin olmazdım. Babam adama kullandıkları tiner yüzünden zehirlendiğini, apartmandaki diğer insanların da kendisi kadar olmasa da tinerden etkilendiğini söylemiş. Sağlık görevlileri de çok kısa bir süre tineri solumalarına rağmen etkilendiler; hatta sadece apartmanın önünden geçenler bile öksürüyordu. Hatta hatta sağlık görevlileri herkese bağırdı, eğer apartmanda kalırsanız zehirlenirsiniz, inin aşağı diye. Babam bunları anlattıktan sonra adam şunu demiş:
“Bu kadarcık kokudan mı etkilendiniz?”
Orospu çocuğu. Ah duysaydım, keşke duysaydım o lafı. Babam neredeyse ölüyordu benim, it herif. Bir insan kapıdaki ambulansı göre göre nasıl o lafı eder ya? Nasıl eder? Bi’ de yetmezmiş gibi “biz alışkınız” demiş göt. Neyse ya.
İşte sonra annem geldi, ne oldu ne bitti o bu şu tantana. Babam da düzeldi. 
Benim sinirlerim çok bozuldu o gün. Olay sırasında ya da sonrasında koştururken falan sıktım kendimi. Ortalık yatışınca boşaldım ben de. Ben bi’ koltukta babam diğerinde oturuyordu. Birden ağlayarak gittim sarıldım babama. 22 yıldır ilk defa böyle aniden, koşarak, ağlayarak sarılmışımdır babama. Baba-kız ilişkileri değişik. Kimileri daha sık sarılır, öper, eder. Benim babam hiçbir zaman sert bir baba olmadı, ondan hiçbir zaman korkmadım hala da korkmam eheh. Ama sulu da değildi. Sevmez vıcık vıcık ilişkileri ki sanırım ondan geçti bana, ben de sevmem. Ahah, annem de öyle ya, o da sevmez. Benim bu şekilde birden sarılıp hüngür foşur ağlamaya başlamam babama çok dokunmuş, baya içlenmiş duruma. Yani, ben öyle sanıyorum. Olaydan sonraki beş gün evde değildim. Evde olmadığım günler içinde aradı hep “iyiyim ben” dedi eheh. Özellikle de ertesi gün. Ertesi gün akşam iki kez aradı, ikisinde de “Ben seni niye aradım biliyor musun? İyiyim demek için yani merak etme bir şey yok” dedi. Ben ikide bir aramak istemedim iyi misin diye, anladı bunu o da.
İki buçuk sene önce rahatsızlanmıştım. Boğazımın sağ tarafında bir yerler şişmişti, yumru gibi bir şey vardı orada. Sert bir şey ve büyükçe. İlk gün sallamadım, geçer dedim. İkinci gün oldu, geçmedi. Üçüncü gün, geçmedi. O noktadan sonra tırstım tabii. Yumurta gibi bir şey şişmiş orada, insanın aklına en kötüsü geliyor. Üçüncü gün boğazım da ağrımaya başlamıştı. Hastaneye gittik o gün, gidene kadar öldüm tabii eheh, ne o şişlik, tümör falan mı diye. İnsan istemiyor rahatsızlık çekmek, ölüm korkusu değil o. Çile çekme korkusu. Neyse öğrendik ki yıllardır beni rahat bırakmayan bademciklerim bu sefer biraz daha fazla şişeyim demiş, iltihap coşmuş, enfeksiyon ne yapacağını şaşırmış falan eheh. O arada da lenf bezleri şişmiş enfeksiyondan. Eeaah ya, bir hafta yatmıştım her gün dört iğne yiyerek. Aman. O zaman korkmuştum evet ama insan kendine korktuğunun kaç bin katı başka birisi için korkabiliyormuş, bunu öğrendim ben.
Hem Tumblr üzerinden, hem de Tumblr yazılarımı paylaştığım Twitter üzerinden bu yazıyı görebilecek insanlar arasında sırf benim bildiğim baya insan var babası artık onunla olmayan. Bilmediğim kaç kişi var kim bilir. Hatta bu bildiğim insanlardan bir tanesi benim lisede en yakın arkadaşımdı. Eğer bu yazıyı okursa bilir kendini, hatta bu kısmı okuduğunda gülümsetebilirim belki onu çünkü bilirim, üzülmüştür şimdi. Bu bahsettiğim olay onlar için hiçbir şey belki fakat kızmayın bana. Acı ölçülemez. Manevi hiçbir şey ölçülemez. Sizin acınız büyüktür, çok büyüktür, belki de az büyüktür çünkü bu baba ile olan ilişkiye de bağlı, bilmiyorum. Zaten kıyaslanamaz. Fakat benim anlattığım böyle bir acı değil, başında da söylediğim gibi, ben babamın çırpınışını gördüm. Hem öyle bir çırpınıştı ki, içinde yaşamadı bunu. Evde sadece kızı vardı ve onun gözünün önünde evde zıplaya zıplaya nefes almaya çalıştı. İlk birkaç gün o an gözümün önündeydi hep. Babamın mosmor suratı, dışarı fırlamış mavi gözleri, kulağımda nefes almaya çalışırken çıkardığı ses. Gitmedi gözümün önünden. Çaresizliğim gitmedi, çaresizliği gitmedi. Ben evde olmasaydım dedim, yoktu belki de şimdi. Bunu düşünmek çıldırtabilecek olduğu için düşünme derler. “İyi de, her şey olabilir” derler. “Yolda yürürken kafasına saksı da düşebilirdi?” derler. Düşebilir, araba çarpabilir, her bok olabilir evet. Ama o an olan şey onun nefes alamamasıydı. Ve benim için tek mühim şey o. Ve ben evde olmasaydım, evet o yoktu belki de. Ve ben genellikle o saatlerde evde olmam. 
Benim yaşadığım en büyük acı dedemi kaybetmekti. Beni tanıyanlar (iyi tanıyanlar) dedemin benim için ne demek olduğunu bilirler. Dedemle ilişkimi bilirler. Dede-torun olayından çok farklı olduğunu bilirler. En büyük acım odur evet ama ben o acımın içinde, babamın başına gelen bu olayda hissettiğim şeylerin çoğunu hissetmedim çünkü dedem öldüğü gün annem okula geldi; dedemi kaybettiğimi söyledi.
Şunu da belirtmek istiyorum. “Böyle şeyler insanların başına gelecek zaten, hazır olmak lazım” lafları benim çekebildiğim şeyler değil. Çünkü ben, bunu kavramış insanlardan biriyim. Ölümle ilgili düşüncelerim, gerek kendim gerek sevdiklerim, gerek tüm insanlık için olsun, benim bunu kendi yüzüme çarpmamı sağladı çoktan. Herhangi bir ağlak durumum da yok ve ölüm mevzubahis olduğunda da kaçmıyorum. “Ay susun susun tamam”cı değilim yani. Evet, olacak. Eğer ben daha çok yaşarsam babama da olacak, anneme de olacak. Ama sevgili okur, bu benim korkmama engel değil. Zaten herkes korkar. Herkes. Biz bastırmıyoruz.
Evet, 13 Eylül akşamı yaşadı babam bunu. Bu karmaşanın içinde aklımdan çıkmayan bir şey daha vardı. 14 Eylül, babamın doğum günü.

Hiç yorum yok: