Ekim 12, 2014

film:               benim altı sevgilim
yapım yılı:   1977
yönetmen:   tolgay zilay
senaryo:       berrin giz
dul kadın, altı çocuk. birkaç diyalog.
murat
- murat, murat! hadi bakalım artık eve gidiyoruz.
- anneciğim sen eve git, ben arkandan gelirim sonra.
- lütfen murat, topunu al eve gidiyoruz. bir gün seni dersinin başında görmeyecek miyim? hadi bakiyim.
- anneciğim top oynamak kötü bir şey değil ki. top oynayanların gazetelerde resimleri çıkıyor, televizyona çıkıyorlar, hem çok para kazanıyorlar!
mine
- merhaba mine.
- merhaba anne.
- o ağzındaki nedir kızım?
- pipo.
- pipo olduğunu görüyorum. ağzında işi ne, onu merak ediyorum.
- merak etme, içinde tütün yok.
- tütün meselesi değil kızım, pipo erkeklerin kullanacağı bir şey.
- şimdi kadın erkek arasında fark yok ki annecim, o eskidendi.
- eskiden, şimdi, yarın! kadın erkek arasında daima fark olacak.
- cinsiyet farkından bahsediyorsan haklısın; ama pipo ile cinsiyetin ne ilgisi var? örneğin kadınlar sigara da içiyorlar erkekler gibi.
- yeter canım! seni ikna edebilmem için herhalde yeniden doğurmam gerekecek.  hadi aşağıya gel, yemek yiyeceğiz.
- peki geliyorum.
metin
- ders mi çalışıyorsun?
- evet anne.
- aferim, odan da tertemiz. senden çok memnunum.
- mersi anne.
- mis gibi de kokuyor odan.
- kaç saattir ders çalışıyorum da, hava ağırlaşınca sprey sıktım.
- ama, ağır bir leylak kokusu değil mi?
- evet anne.
- bir dahaki sefere daha az sık, olmaz mı?
- peki anne.
- hadi, şimdi yemek vakti.
meral
- “dünyayı senin için bırakıp, benimle birlikte ağlayacak…”
- bu odanın hali nedir böyle kızım?
- anneciğim, şu iki satırı dinler misin?
- “ey binbir renkli tahtına yaslanmış ölümsüz afrodit! eşsiz tanrıçam! sana yalvarırım kalbimi ıstıraplara boğma!”
- bunlarla uğraşacağına derslerine çalışsan daha iyi edersin.
- anneciğim,şiir aşkın kıvılcımıdır. insana yaşama gücü verir. ben şiir okuduktan sonra daha iyi ders çalışıyorum.
- bu parlak lafları bırak da lütfen yemeğe gel.
mehmet
-  dersini bitirdin mi ki o gitarı almışsın eline? dersini bitirdin mi dedim sana? dersini bitirdin mi diyorum sana, neden cevap vermiyorsun?
- evet dedim ya anneciğim, başımla işaret ettim ya.
- ya, öyle mi? özür dilerim. ama konuşurken şu aleti aramızdan yok etsen iyi olur. şimdi yemeğe gel.
- peki anneciğim.
mustafa
- iyi akşamlar anne.
- iyi akşamlar canım.
- bir yere mi gidiyorsun?
- evet, suna hanımlara.
- ne var ki orada?
- allah allah, sen mi bana soru soracaksın yoksa ben mi sana? şimdiye kadar neredeydin?
- dışarıdaydım.
- dışarıda olduğunu biliyorum, ama nerede?
- istediğim yere gitmek hakkım değil mi?
- nerede olduğunu öğrenmek de benim hakkım.
- bana soru sormak hakkın ama sana cevap vermemek de benim hakkım.
- ben senin annenim.
- biliyorum.
- biliyorsan şunu da bilmen gerekir: senin sorumluluğun bana aittir ve okuldan sonraki vaktini nerelerde geçirdiğini öğrenmek de hakkımdır.
- yani istediğim yerlere gitmeme mani mi olacaksın?
- gerekirse evet.
- ama bu diktatörlük olur. her zaman sözünü ettiğin özgürlük ne olacak?
- pekala, derslerinize çalışın ve erkenden yatın.
çocuklar, kendi aralarında
-  bu anneme bir çare bulmalıyız, artık tahammül edemiyorum. para istedim vermedi, olmaz ki.
- sadece o olsa neyse.
- evet, o ne isterse o olur çünkü para onun elinde.
- n’olacak halimiz?
- para probleminden kurtulmamız gerekir.
- evet ama, nasıl?
- direniş yapalım. o zaman istediğimiz kadar harçlık vermeye razı olur.
- direnişler gayri meşrudur, demokratik yollardan gitmeliyiz.
- ben bu işten bir şey anlamadım.
- çok basit. mesela, her hafta herkes harçlığının bir kısmını versin. böylece toplu bir para olur elimizde. ve sırayla herkesin istediği de yapılır.
- peki ilk seçme sırası kimde olacak?
- tabii ki bende, çünkü bu iş benim sayemde ortaya çıktı.
- kabul.
- ne zaman başlayacağız?
- bu hafta başlayalım.
- peki ama, haftaya ben seçeceğim.
- tabii yaş sırasıyla olsun, en sonda da ben seçerim.
- yaşasın demokasi! sıra bana gelince yeni bir top alacağım.
çocuklar, anneleriyle
- anne, seninle konuşmak istiyoruz.
- ne hakkında?
- sen evde bir kuvvet merkezisin, biz özgürlük istiyoruz.
- siyaset senin kafanı karıştırmış. nasıl oldu da seni hukuk fakültesine verdim anlamıyorum. bu evde özgür değil misiniz?
- daha çok serbestlik istiyoruz.
- hangi konularda? serbestliğin bir ölçüsü yok. mesela seks kitabı alsanız eve sokar mıyım sanıyorsunuz?
- sizin eve sokmadığınız kitapları biz gizlice okuyabiliriz.
- yeter artık, kesin.

Mayıs 13, 2014

iki bin onda, türk dili ve edebiyatı dersi hocasının kendisinin de neden verdiğini bilmediğini düşündüğüm “herkes bu derse uygun olmak şartı ile, aklına gelebilecek herhangi bir şey ile ilgili ödev hazırlayıp sunacak” diyerek verdiği ödev için uzunca bir süre düşünmüştüm ne yapsam diye. alan dersi olmadığı, kredisi çok düşük olduğu ve zaten dersin sınavlarından aldığım notlar iyi olduğu için; hocanın beğenmesi ya da beğenmemesi umurumda olmadan, o çok sevdiğim tiyatro ile olan geçmişime dayanarak, yazıp yazamayacağımı denemek için (ve kendisini yad etmek için; çünkü çok özlemiştim) ufak bir oyun metni yazmaya karar vermiştim ki tiyatro grubundayken bile tek başıma metin yazma girişimim olmamıştı. ha bu arada sadece yazmakla kalmayıp, oynayacaktım da. 
az evvel eski kağıtları ayıklarken yazdığım metne denk geldim. oyun metni deyince iki perdelik bir şey ortaya çıkardığım sanılmasın eheh. çok ufak bir monolog sadece. genel anlamda rezil bulduğumu söylemek istiyorum yazdığım şeyi. büyük bir memnuniyetle kendi adıma utandım; tek bir cümlesi hariç.
"ben, yemek yaparken doğranılan kabaklardan tencerenin içine atılırken, o tencerenin kenarına çarpıp zıpladıktan sonra fırının arkasına düşmüş ve senelerce orada unutulmuş olanıyım. ama benim de avunduğum şeyler var. mesela pişip, hiç tanımadığım birinin sindirim sisteminin gazabına uğrayıp; kabaklığımdan sindirilmemiş besin artıklığına terfi edebilirdim. böylesi çok daha kötü olurdu."

Nisan 30, 2014

“…insan kendi kendisiyle, kendi bedeniyle ve masa, yatak, pencere, leğen gibi dört-beş dilsiz nesneyle çaresizlik içinde tek başına kalıyordu; suskunluğun siyah okyanusundaki cam fanuslu bir dalgıç gibi yaşıyordu insan, kendisini dış dünyaya bağlayan halatın kopmuş olduğunu ve o sessiz derinlikten hiçbir zaman yukarı çekilmeyeceğini ayrımsayan bir dalgıç gibi hatta.

yapacak, duyacak, görecek hiçbir şey yoktu, her yerde ve sürekli hiçlikle çevriliydi insan, boyuttan ve zamandan tümüyle yoksun boşlukla. bir aşağı bir yukarı yürürdü insan, düşünceleri de onunla birlikte bir aşağı bir yukarı, bir aşağı bir yukarı yürüyüp dururdu. ama ne kadar soyut görünürlerse görünsünler, düşünceler de bir dayanak noktasına gereksinim duyarlar, yoksa kendi çevrelerinde anlamsızca dönmeye başlarlar; onlar da hiçliğe katlanamaz. insan sabahtan akşama kadar bir şey olmasını bekler ve hiçbir şey olmaz. bekleyip durur insan. hiçbir şey olmaz. insan bekler, bekler, bekler, şakakları zonklayana dek düşünür, düşünür, düşünür. hiçbir şey olmaz. insan yalnız kalır.

yalnız. yalnız.”

Nisan 28, 2014

Weekly List #2 (dinlemek için, tık.) 


ilk listeyi paylaştığımda “haftalık” kelimesinin sözde kalacağından, büyük ihtimalle uyamayacağımdan bahsetmiştim ki gene kendimi yanıltmadım fakat geç de olsa ikinci liste dinlemeye hazır. geçen seferki gibi, düzensizgillerden. alakasızgiller de denebilir.
spotify hesabı olmayanlara:
the red rose cafe - grayscale soldires
the low anthem - smart flesh
david lynch - are you sure?
tindersticks - let’s pretend
deyarmond edison - time to know
devendra banhart - first song for b
mandolin orange - slither
portishead - roads (live version)
devics - if you forget me
tiny vipers - dreamer
bang gang - one more trip
mark lanegan - man in the long black coat
rob st. john - sargasso sea
the middle east - mount morgan
the middle east - mount morgan end

Nisan 10, 2014

"bir şeyleri son kez görmenin melankolisi son derece gizemli ve şiirsel bir ruh içeriyordu onun için."
çocukken, annem bana artık küçük gelen giysilerimi benden yaşça küçük insanlara vermeye kalktığında ona karşı çıkardım. eğer olur da annemi kıyafetlerimi ayırırken yakalarsam -ki benim karşı çıkışlarımdan ötürü bunu benden gizli yapardı- kıyameti koparır, ayrılmış kıyafetlerin hepsini tekrar dolabıma tıkıştırırdım. bundan ötürü ve tek çocuk olmamın da sağladığı o müthiş destekle, uzunca bir süre beni bencil, paylaşımsız, kendi eşyası söz konusu olduğunda sadece kendini düşünen bir çocuk olarak bildi ailem. bu huyumdan haberdar olan yakın akrabalarımın “bir kardeşi olsa böyle olmazdı” tespitlerini hiç çekinmeden yanımda yapmaları ve yetmezmiş gibi beni nasihatlara boğmaları, hatta kendi çocuklarının ne kadar paylaşmayı bilen insanlar olduklarını her fırsatta kafama kakmaları sebebiyle, onların o bilmediği ve bilseler bile anlayamayacağı düşünceme daha da bağlandım.
"bir şeyleri son kez görmenin melankolisi." tıpkı tarkovski gibi.
ne paylaşmayı sevmemek ne de paylaşmayı bilmemek idi benimkisi. sadece, bana ait, benden bir şeyi bir daha göremeyecek olma fikrinin korkutuculuğu idi. bunun beni üzmesi idi. bir süre benimle olmuş, benim olmuş herhangi bir şeyin bir daha benimle olmayacağını bilmenin hüznü idi. ve ben bu fikir ile çok erken, çok çok erken tanıştım. değil kıyafetlerimi vermek, kırılmış bir oyuncağın o kırılan kısmını bile atamazdım. bu sebeple ev, odam; başkaları için her zaman “çer çöp” olmaya mahkum fakat benim için en değerli olan şeylerle dolup taştı. o zamandan bu zamana, aradan geçen yirmiye yakın senede ne değişti? hiç.
geçtiğimiz günlerde etrafı toparlarken ve benim için de gereksiz ya da çöp sayılabilecek şeyleri ayıklayıp atarken lise yıllarımdan kalmış ufak parfüm şişelerine denk geldim. denk geldim değil de, her seferinde görüp görmezden geldiğim ve durdukları yerde durmalarını sağladığım şişeler. diplerinde kalmış sıvılar parfüm olmaktan çıkmış, en az yedi-sekiz yıllık şişeler. bu sefer atacağım sizi dedim ve attım. attım atmasına fakat şişeler de ben de zorlu bir süreç yaşadık. aslında hiçbirinin bir anlamı yoktu. hediye değiller, herhangi biri ile herhangi bir olay da bağdaşmıyor, baktığımda bana hatırlattıkları spesifik şeyler de yok. yok. sadece çok uzun zamandır benimdiler ve o yıllardan kalma şeylerdiler. şuna da açıklık getireyim: sanılmasın ki her kullandığım şeyin şişesini/kutusunu vesairesini saklıyorum. böyle bir şey değil, atıyorum elbette hatta çok fazla şey atıyorum ama olur ya eskaza atmamışsam ve yıllarca bir yerde durmuşsa; onunla vedalaşmamız biraz zaman alıyor.
çünkü demiş ya; "bir şeyleri son kez görmenin melankolisi."
beni paylaşımsızlıkla itham eden o yakınlardan çok daha paylaşımcı ve çok daha sevgi dolu bir çocuktum halbuki. fırsatını bulsalar birbirlerini parçalayacak yetişkinlerin, bir çocuğu anlamadan bencillikle yaftalamaları da ne acıymış bir yandan, şimdi düşününce.
kardeşin olmaması konusunda haklıydılar belki de fakat paylaşmayı bilmemek kapsamında değil. biliyordum, çok güzel biliyordum. belki, diğerlerine göre nispeten daha yalnız bir çocuk olmaktandır, bilemiyorum; benimle olan cansız şeylere de en az canlılara verdiğim kadar değer veriyordum ve inanın, şimdi de çok işime yarıyor. “atsana bunları, yer açılır”a karşı duruşum, yeni ve bilinmeyene açılacak yerler uğruna hep benimle olan şeyleri tek seferde kendimden çıkarmamam gerektiğini öğretmiştir belki. bir bakıma, ne olursa olsun kendimden uzaklaşmamama; uzaklaşmaya başladığımda kendime geri dönebilmeme vesiledir.
hem, siz istemedikçe sizden gitmeyecek olan şeylerin varlığına biraz olsun sarılabilmek kötü değil. hatta bunu onlara borçlu bile olabiliriz.
çöp kutularının hüznü çok fazla.

Nisan 04, 2014

Weekly List #1 (dinlemek için, tık.) 

kendime iş edindim. her hafta spotify’da bir yeni çalma listesi hazırlayıp bunu sanki dinlediğim şeyler dünyanın en mükemmel şeyleriymiş ve başkalarının da dinlemesi gerekirmiş gibi paylaşmak. uzun zamandır aklımdaydı fakat heveslendiğim şeyleri ertelemeyi kendime görev bildiğimden, bunu da “bugün, yarın, öbür gün” üçlemesine dahil edip beklettim fakat buraya kadarmış; oturdum ve hazırladım.
neden haftalık listeler yapmak istediğimi bilmiyorum fakat fikir aklıma müzik listeleri yapmak olarak değil; haftalık müzik listeleri yapmak olarak düştü. hatta, isimlendirmelerini “weekly list” olarak yapacağım belirmişti kafamda. weekly kelimesinin çok havalı durduğunu düşündüğümden olsa gerek. bu haftalık listeler genellikle belli bir düzene sahip listeler olmayacak olsalar da, bazen konsept listeler hazırlamayı düşünüyorum. sadece tek bir grubu/müzisyeni içeren ya da spesifik bir müzik türü içeren ya da ülke içeren vs. gibi.
tabii yukarıda bahsettiklerim listeyi hazırlamaya başlamadan önce aklımda olan şeylerdi. oturup şarkı seçmeye başlayınca, karmakarışık bir şey hazırladığım halde zorlandım. çok severek dinlediğim şarkılar bile, bir listeye sokup başkaları ile paylaşacağımı düşününce gözümden düştüler. bu sebeple sadece görüntüde “weekly” olarak kalacaklar galiba. neyse, olduğu kadar.
bu haftanın listesi düzensizgillerden. elbette şarkılar arasında uçurum yok fakat birbirleri ile alakalı olduklarını da söyleyemeyeceğim. dinleyecek olanlara şimdiden iyi dinlemeler.
not: spotify hesabınız yok ise dinleyemiyorsunuz. 

Eylül 22, 2013

bazen en güzeli gürleyen pazarlar oluyor. sabahları.

şüphesiz, en güzel alarm yağmur sesi. uyuyanı uyandırırkenki başarılı halleri, uyumayanı uyuturken daha da belirgin. damlaların düşüp çıkardığı sesi sahiplenmek yağmur için kolay olmuş olmalı. halbuki yağmurun sesi yok, yağmur sessiz. 
en sevimsiz günün en huzurlu sabaha sahip olması bir çeşit ying yang gibi. insan pazar sabahı gökyüzüne baktığında istediği her yerde olabilir. çekilmişlik ne güzel. herkes dünyayı bana bırakmış gibi hissediyorum. bugünlük senin olsun, ama uçlarını kıvırma sakın. alıyorum, bakıyorum. hah, sen çok itinalı davranmışsın da sanki.
ıslanınca düzeliyor işte, dedim. rüzgarın rengi gri olmalı. ayrıca sonbahar bilmem ben, güzdür o. bugün benzemek istedim. bir sabahı kıskandım ilk kez. gürültüm gökle bir olsun istedim. olmadı. ben de sadece dinledim.
geceleri bilinci kapatmamanın benim için bir tercih olduğu her durumda bu avantajımı kullandım. uyumayın cumanın ertesindeki gecelerde, uyumayın pazar sabahları, uyuyun pazar günleri.

Temmuz 31, 2013

"iki saat sonra kalabalığın içinde, sinemadan bir dar sokağa çıkan sanki başka biriydi. düşünüyordu: ‘çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. sinemadan çıkmış insan. gördüğü film ona bir şeyler yapmış. salt çıkarını düşünen kişi değil. insanlarla barışık. onun büyük işler yapacağı umulur. ama beş-on dakikada ölüyor. sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu. asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.’"

Temmuz 09, 2013

"bana köfteler hazırlayın salatalar hazırlayın bir de pencere
oturup umutla bir şeyler unutayım"

Temmuz 05, 2013

uyumadım. henüz.

fikirlerimden de, sahip olduğum için kendimce övündüğüm farkındalığımdan da memnun değilim. gene de başka türlüsünü istemezdim. biri olmasaydı diğerleri de olmazdı. birbirini doğurdu hep. doğurmaya da devam ediyor. doğumun mucizevi bir şey olduğunu düşünmüyorum. bazı fikirler doğarken, tıpkı bebeğin doğumda annesine verdiği acı kadar acı veriyor sahibine. sonrasında getirdiği bir mutluluk ya da bu acıya değer diyebileceğimiz bir ödülü de yok üstelik. tam tersi, sizinle olmaya devam ettikçe boğan cinsten. kurtulma çabaları ise hep bir sonrakine gebe.
yağmur ormanlarında yaşayan bazı kabile insanlarının, başka besin kaynakları olmadığı için maymun yakalayıp yedikleri bir belgesel izledim. sonra birinin bir yazısını okudum; yüzleştim. ardından cama çıktım, balkon demirine bir güvercin kondu. durdu, durdu. güvercinler hisseder. bunu bugün uydurdum. uydurduğum bir şeye inanmak benim en tabii hakkım. bugünden sonra, güvercinler hisseder. o gitti, ben de içeri girdim.
belki uyurum. henüz değil.

Temmuz 02, 2013

diyor kafka; kararlar’da:

"bu yüzden en iyisi her şeyi sineye çekmek, ağır bir kitle gibi davranmak, kendini rüzgarın önüne kattığı bir nesne gibi hissetmek, bir ayartıya uyup da gereksiz bir adım atayım dememek, başkalarına boş boş bakmak, pişmanlık duymamak, sözün kısası yaşam denilen şeyden kalmış en küçük artığın varsa hepsini kendi elinle çökertip ezmek, yani o en son gömüt sessizliğini daha da büyültmek ve ortada bir başka şeyin varlığına izin vermemek.
böyle bir durum için karakteristik bir devinim, serçe parmağın kaşlar üzerinde gezinmesidir."

Haziran 23, 2013

“eve vardığımda hava aydınlanmaya başlamış oluyordu, yatmanın bir anlamı kalmıyordu, babamla oturup düşünmeye başlıyordum; aptal insanlar haykıramadıkları için midelerinde kara bir delik oluşuyordur mutlaka, diye düşünüyordum mesela.”

Nisan 26, 2013

"Bu yazıyı okurken vücudunuzdaki proteinleri oluşturan azotun yarısından fazlasının bir yapay gübre fabrikasında devasa enerji harcanarak damıtılan havadan geldiğini hatırlayalım."

Yeni Bir Çağ - Antroposen

Nisan 18, 2013

birileri birilerine hakaret ettiğinde, hakaret edene hakaret davası açmak dünyanın en saçma şeylerinden biri. hakaret davasının varlığı bile saçma. işi ifade özgürlüğü ile ele almayacağım; alırsam da belki başka bir yazıda. bahsetmek istediğim şey başka. hakaretin insan üzerindeki etkisi söz konusu burada. değerlere hakaret, onur-gurur vb. şeyleri kıran sözler, küfür. bunlardan dolayı canınız yanarsa hakaret davası açabilirsiniz. hatta belki de kazanır; o kişiden hiçbir gerçekliği olmayan sözde özür ya da belli bir miktar para alarak neyinizi tatmin ediyorsanız edebilirsiniz. ama kimseye, size “seni sevmiyorum” ya da “senden nefret ediyorum” dediği için dava açamazsınız. çünkü içinde hakaret sınırlarına dahil edilmiş kelimeler yoktur. onurunuz ya da gururunuz koruma altındadır ama siz kırılmışsınızdır. bu noktada sizin kırılmış olmanız önemli değildir ama. çünkü yasalar bununla ilgilenmez. bir hakaretin üzerinizde bırakacağı etkiden çok daha şiddetlisini bırakmıştır; fakat küfür içermediği için yasalar önünde değeri yoktur.
biri size olan nefretini dile getirdiğinde dava açmanız ne kadar saçmaysa, küfür edildiğinde dava açmanız da bir o kadar saçma bu yüzden. canımızı acıtan şey düşünceler ve o düşüncelerin sözlere dönüştüğü haliyse; onlardan kaçışımız yok. olmamalı da.

Nisan 16, 2013


bu yazın en güzel haberlerinden. iki temmuz iki bin on üç. sıcak istanbul temmuz’u, izlanda’dan gelen soğuk havayla serinleyecek.

Nisan 15, 2013

Nisan 05, 2013

“marksist eleştiri ekonomik koşulları ve toplumdaki sınıf çatışmalarını esas alır ve olayı bunlarla açıklar. örneğin; sanatın kökeninde ‘iş’in yattığını, ilkel toplumların yaşamak için giriştiği faaliyetlerden doğduğunu; romanın orta sınıfın güç kazanması sonucu ortaya çıktığını, ‘sanat için sanat’ öğretisinin kapitalist düzende sanatçının toplumdan koparak kendini yabancı görmesiyle başladığını ve burjuva sınıfına karşı bu tutumun ‘her şeyin satın alınabilir bir meta haline geldiği bu dünyada sanatçının meta üretmeme kararından’ doğduğunu gösterir.”

Mart 26, 2013

“ama ben ne baharın kokusuyla, ne de insanın içine, iliklerine kadar işleyen bu ılık havayla oyalanabilirim. içimdeki bu isteksizlik dedim ya bir kere, nedenini bulmalıyım. anlamalıyım. açıkça, elle tutulurcasına bu isteksizliği tanımalıyım. bulamazsam uydurmalıyım. isteksizliğime bir neden uydurmalı, sonra da buna inanmaya bakmalıyım. başka türlü rahat edemem. düşünemem. erken gelen bu baharın sabahını tadamam. bir öyküsü, başladığı bir yeri, başladığı bir anı olmalı bu isteksizliğin. bir süreci olmalı. işin içine başka insanlar, başka bir insan karışmalı. yer, zaman, olay, bütün bunlar bulunur nasıl olsa. ama bütün bunların ortasına, bütün bunları bağlayacak bir düğüm noktası olarak gelin de bir insan bulun.”

Mart 22, 2013

"uyandığım zaman, bir gün önce bıraktığım her şeyi sıcak bir aydınlık içinde buldum."

bu cümleyi okuduğum an, içinde bulunduğum o adsız şeyin çaresizlik boyutunun düşündüğümden daha yüksek olduğunu anladım. insanların sıcak aydınlıkları varmış. benimkiler ise soğuk bile değil. soğuk olsa severdim zaten, soğuğun samimiyeti sıcakta yok. hiç olmadı.
sıcak aydınlıklar da hiç olmadı. uyandığım zaman ilk düşündüğüm şey uyuduğum anlar oluyor hep. uykuyu kavramaya çalışmak ve uykuyla yok olmanın aynı şey olduğunu düşünmek. bir gün önce bıraktıklarım ise, ben olmasam da onların var olmaya devam edeceğini haykırıyor bana adeta. sadece kendime ait eşyaların bulunduğu alanlarda olmayı çok severim fakat o çok sevdiğim şeylerin bile bana kafa tuttuğunu düşünüyorum ara sıra. üstelik, ben onların üstünlüğünü çoktan kabul etmişken.
ha, sıcak aydınlıklar. bu dünyada insanları kandırmayı en iyi beceren şey gün doğumudur. hiçbir şey demeden çok şey vadediyor ve insan, bu vaat karşısında kayıtsız kalamıyor, inanıyor. her yeni gün, sanki her şeyi değiştirip daha iyiye götürecekmiş gibi yapıyor. sonra gün boyu “bi’şey olacakmış” gibi, “bi’şey olacak ve her şey daha iyi olacakmış” gibi hissediyorsunuz. gün sonunda size kalan tek şey ise ertesi gün doğumunun vaatleri oluyor. bu yüzden bazıları için gün doğumu değil, gün doğumundan bir süre öncesi güzel. havanın aydınlığı getirmeden önceki dakikaları. koyu lacivert anlar. bu koyu lacivert zamanları izleyip tam aydınlığın geldiği anda uykuya dalmak en zevkli şeylerden biri. çünkü gün sizi kandırmaya başlamadan, onun sesini kesmiş oluyorsunuz.
evet sıcak aydınlıklar. güneşin bile getirmeye gücünün yetmediği sıcak aydınlıklar. güneş mi getirir, onu da bilmiyorum ya gerçi. insan görmediği, bilmediği bir şeyi tanımlayamıyor, zorlanıyor. şu an tek bildiğim, birilerinin sıcak aydınlıklara sahip olduğu. emin olduğum şey ise, sıcak aydınlıklara sahip olamayacağım.
sıcak aydınlıklarınız varsa, bir gün önce bıraktıklarınızı çıkarın ve önce kendinizi bulun onun içinde. kıyafeti giymek, elinizde taşımaktan daha iyidir çünkü.

Mart 15, 2013

"sözcükler böyledir işte, durmadan kılık değiştirir, birbirinin peşine takılırlar, ne yöne gittiklerini bilmezler sanki ve içlerinden ikisinin ya da üçünün ya da dördünün, örneğin bir kişi adılının, bir zarfın, bir eylemin, bir sıfatın kendi halinde öylece birdenbire ortaya çıkıvermesiyle, heyecanımız cildimizin yüzeyine ve gözlerimize kadar karşı konulamaz biçimde yükselir, duygularımızın içine hapsolduğu barajı yıkar, kimi zaman da bu basınca dayanamayan sinirlerimiz olur, çok fazlasını yüklenmiştir, her şeyi yüklenmiştir, cendere içindedir."

Mart 10, 2013


shine’ın donduran sahnesi. bilmiyorum kaçıncı kez izliyorum, hala nefes alamıyorum izlerken. çünkü david helfgott’un babasının da dendiği gibi: “rachmaninoff is the best.”

Mart 07, 2013

okuldan, içinde türlü türlü kağıtların, maket malzemelerinin, çizim alet edevatlarının bulunduğu ve üzerinde “art bag” yazan fakat konuyla hiç alakası olmayan, oraya buraya çarpıp fazlaca sinir eden ve ağırlığı ile de taşıması oldukça zor olan; fakat mimarlık öğrencilerine en büyük artistliklerini veren 70x100 cm boyutlarındaki devasa çantalarımızla çıktığımız günlerden birinde, bir arkadaşın şu an anımsayamadığım bir şeysi için alışveriş merkezlerinden birine girmiştik. malumunuz, buralarda çantalarınızı cihazlardan geçirmek zorundasınızdır, çantanın devasa olması buna engel değildir. o gün maketle uğraşılmış bir gün olduğundan, çantada maket bıçaklarımız da -ki halk arasındaki adı falçatadır- vardı. son derece kesici olan bu aletler x-ray’de görülünce, bıçakları çıkarıp bırakmamızı istediler, çıkarken geri alırsınız dediler. biz de abartmışız, ikişer üçer atmışız o maket bıçaklarından çantaya eheh. neyse biz de çıkardık teslim ettik bıçakları, kimseyi kesmeyeceğimize kendilerini inandırmış olduk.
okulda da, kapıda her gün sözde çanta kontrolü var. “lütfen çantalarımızı açalım” sesleri eşliğinde giriyoruz ve yaptıkları tek şey çantanın açılmış fermuarının bir ucundan tutup, çantayı çeyreği kadar bile açmadan göz ucuyla bakmak oluyor. buna rağmen çantayı göstermeyi unutanlara ya da ne bileyim, açmakla uğraşmak istemeyenlere falan (bazen normal zamanlarda bile bakmayıp, insanlar sınava yetişmeye çalışırken direttikleri oluyor çünkü) kızıyorlar. yalnız şöyle bir durum var, bu bizim çizim ıvır zıvır çantalarımıza kimse bakmıyor. kolunuzdaki ufacık çantaya bazen dikkatli dikkatli bakıyorlar ama o kocaman çantaları taktıkları yok. onlarla ne isterseniz sokabilirsiniz yani içeri.
alışveriş merkezinde tehlikeli gördüklerinden maket bıçaklarını alıyorlar, okullar ise gerçek tehlikenin farkında değil bence. öğrencilerin okula silah ya da döner bıçağı sokmamasını engellediklerinde güvenliği büyük ölçüde sağladıklarını düşünüyorlar fakat mimarlık öğrencilerini unutuyorsunuz ehehehe. düşünsenize, faça atabiliriz her an.
not: iç mimarlık, endüstri ürünleri tasarımı vb. gibi tasarım bazlı bölümlerin  çoğu dahil tabii bu gruba. sadece mimarlık diyerek bölümümü soyutlamak istemiyorum. gene de mimarlık daha tehlikeli gibi. meheh.
gene not: hiçbir öğrencinin maket bıçağı ile yapacağı şeylerden sorumlu değilim, bana ne. görevimi yaptım, uyardım.
bir daha not: okullarda maket bıçağı kullanımı yasaklanırsa çok gülerim.

Şubat 28, 2013

tüm kendine saklamak isteyenler yalan söylüyor. ben de dahil.

saklamadığında olacaklardan korktuğunu kimse söylemiyor. “insanın kendine ait olmalı” diyor önce, sonra fark ediyor ki kendinden başkasına ait olması zaten mümkün değil. bunu kendine kalkan edinemeyeceğini anlayınca da “sadece kendinde kalmalı” diyor hemen. sandığından çıkarınca gösterebileceği kimsesi olmadığını ya kabul edemiyor, ya da ediyor; fakat kabullenemiyor. hem kabul edip hem kabullenememekte ise anlatım bozukluğu yok. bozukluk sadece bizde.
halbuki bulsak nasıl da dökeceğiz. tüm o sığındığımız bende kalmalı zırvalarının birer birer benliğimizi terk edişini gördüğümüzde gerçek şaşırmayı yaşayacağız. bugüne kadar hiç şaşırmamışım dedirtebilecek bir şaşırma olacak bu. boşunalık belleklerden silinecek, en azından o anlığına. ulaşımın anlamının değiştiğini ya da geçek anlamına kavuştuğunu göreceğiz. bu hiçbir zaman olmaya da bilir. birden fazla kez ola da bilir. ne hiç kimseden, ne tek kişiden, ne de çok kişiden bahsediyorum. belki de hepsinden.
benden çıkanlarla bana benzer bir şeyler yapılması fikrinden çıkıp benden çıkanlarla ben yapıldığını düşünüyorum. saklayanlar hep benzerler yapıldığı için sakladı. böyle olduğunu bildiği için. böyle olacağını bildiği için. içindeki dışarıya asla içindeki olarak çıkmadığı için. buna müdahale şansımızın olmaması, acizliği bir kez daha su yüzüne çıkarıyor üstelik.
belki de en çok istediğimiz şeyin en istemediğimiz şey olduğuna inandırdık kendimizi. böyle olduğunu kendime kanıtlayabilmem için benin ben olarak gitmesi lazım. zor, çok zor. imkansız değil. olmamalı. yalana son verebilmek için.