Şubat 28, 2013

tüm kendine saklamak isteyenler yalan söylüyor. ben de dahil.

saklamadığında olacaklardan korktuğunu kimse söylemiyor. “insanın kendine ait olmalı” diyor önce, sonra fark ediyor ki kendinden başkasına ait olması zaten mümkün değil. bunu kendine kalkan edinemeyeceğini anlayınca da “sadece kendinde kalmalı” diyor hemen. sandığından çıkarınca gösterebileceği kimsesi olmadığını ya kabul edemiyor, ya da ediyor; fakat kabullenemiyor. hem kabul edip hem kabullenememekte ise anlatım bozukluğu yok. bozukluk sadece bizde.
halbuki bulsak nasıl da dökeceğiz. tüm o sığındığımız bende kalmalı zırvalarının birer birer benliğimizi terk edişini gördüğümüzde gerçek şaşırmayı yaşayacağız. bugüne kadar hiç şaşırmamışım dedirtebilecek bir şaşırma olacak bu. boşunalık belleklerden silinecek, en azından o anlığına. ulaşımın anlamının değiştiğini ya da geçek anlamına kavuştuğunu göreceğiz. bu hiçbir zaman olmaya da bilir. birden fazla kez ola da bilir. ne hiç kimseden, ne tek kişiden, ne de çok kişiden bahsediyorum. belki de hepsinden.
benden çıkanlarla bana benzer bir şeyler yapılması fikrinden çıkıp benden çıkanlarla ben yapıldığını düşünüyorum. saklayanlar hep benzerler yapıldığı için sakladı. böyle olduğunu bildiği için. böyle olacağını bildiği için. içindeki dışarıya asla içindeki olarak çıkmadığı için. buna müdahale şansımızın olmaması, acizliği bir kez daha su yüzüne çıkarıyor üstelik.
belki de en çok istediğimiz şeyin en istemediğimiz şey olduğuna inandırdık kendimizi. böyle olduğunu kendime kanıtlayabilmem için benin ben olarak gitmesi lazım. zor, çok zor. imkansız değil. olmamalı. yalana son verebilmek için.
leos carax, lafca (los angeles film eleştirmenleri birliği)’nın holy motors’a verdiği “yabancı dilde en iyi film” ödülünü almaya gitmedi ya da gidemedi, bilmiyorum fakat gönderdiği mesajı defalarca okumaktan kendimi alamıyorum:
“merhaba, ben leos carax, yabancı dilde filmlerin yönetmeni. hayatım boyunca yabancı dilde filmler çektim. aslında yabancı dilde filmler tüm dünyada çekiliyor, tabii amerika hariç. sadece amerika’da yabancı dilde olmayan filmler yapılıyor. tahmin edilebileceği gibi yabancı dilde film yapmak çok zordur çünkü var olan dili kullanmak yerine yeni bir dil icat etmek zorunda kalırsınız. ama gerçek şu ki, sinema yabancı bir dildir, hayatın öteki tarafına yolculuk yapmaya ihtiyaç duyanlar için icat edilmiş bir dil. iyi geceler.”

Şubat 23, 2013


saharaltı afrika’da, 12 yaşında bir kız çocuğunun (ve onun gibi birçok çocuğun daha) köyünden kaçırılıp, asilere savaşmaya zorlanması ile başlayıp, iç savaşların iç yüzü ile birlikte bizlere afrika’da çocuk olmayı, kadın olmayı, aile olmayı, aşık olmayı ve yaşam mücadelesi vermeyi o kaçırılan 12 yaşındaki kız çocuğunun gözünden aktaran kanada yapımı bir film rebelle. 2013 akademi ödülleri yabancı dilde en iyi film kategorisine de aday. filmle ilgili çok fazla şey söylemek istemiyorum çünkü bunun bir sinema yazısı olması niyetinde değildim. filminin vesilesi ile yaşadığım dünyadan bir kez daha nefret etmemi sağlayan bir şey öğrendim. bahsetmek istediğim şey de bu.

filmdeki çocuklardan biri albino. siyah ve albino. albinizmin sadece beyaz ırka ait bir hastalık olmadığını zaten biliyoruz fakat filmde albinoların yaşadığı bir mahalle vardı. ben de neden albinoların yaşadığı ayrı bir mahalle olduğunu, genellikle belli bölgelerde mi yaşıyor olduklarını falan araştırmak istedim fakat çok farklı şeyler gördüm. afrika’da yaşayan albinolar bir süredir -kötü bir tabir olacak- resmen avlanıyorlarmış çünkü derileri, saçları vs. çok yüksek fiyata satılıyormuş. büyücüler, albinoların türlü vücut parçalarından iksirler falan hazırlıyormuş. ekşi sözlük’te de 11 yaşında bir afrikalı albino’nun cinayeti ile ilgili şöyle bir link var: http://www.telegraph.co.uk/news/worldnews/africaandindianocean/swaziland/7956458/Albino-girl-11-killed-and-beheaded-in-Swaziland-for-witchcraft.html (ventolin rumuzlu yazar paylaşmış linki, kaynak belirtmeden geçmek istemedim.)

her geçen gün daha fazla tiksiniyorum insan ırkından ve benim de o ırka mensup olmam hiçbir şeyi değiştirmiyor. 

Şubat 22, 2013

Şubat 12, 2013



uzunca bir süre makinemi elime bile almamıştım fakat havayı güzel bulduğum günlerden birinde çıktım ve çektim. son çektiğim fotoğraflar arasında en fazla şu ikisini beğeniyorum. kışın çekilmiş sonbahar fotoğrafları gibi görünüyorlar gözüme. o sebeple fazlaca hoşuma gittiler.
fotoğraflar bahane aslında. söylemek istediğim farklı bir şey var eheh.
bir müddet aradan sonra tekrar anladım ki filmi makinelerin hissettirdiği şeyi dijital makineler asla asla asla hissettiremiyor. filmi bitirdikten sonra fotoğrafçıya götürdüm. "yarın bi' uğra, muhtemelen yetişir ama olmazsa ertesi gün alırsın" dedi. o yirmi dört saat geçmedi resmen. öyle heyecanlandım ve sabırsızlandım. merak ettim fotoğrafları deli gibi. analog makine ile ilk çektiğim fotoğraflardan sonra, o ilk götürdüğüm filmi beklerkenki sabırsızlığımın aynısını yaşadım. çok güzel ya o şey, hehe.

şimdi bir film daha var elimde. birazdan götüreceğim onu da. yarın ya da çarşamba günü elimde olacak fotoğraflar ve ben gene aynı sabırsızlıkla bekleyeceğim. bir iki hafta önce dijital makine alma fikri geçmişti aklımdan, şimdi gene vazgeçtim. 






Şubat 10, 2013

istanbul’un en sevdiğim yerinde, çok güzel iki insan var karşımda. onları duyan bu insan yığınının içinde; dinleyen tek kişi benim. bu güzel iki insanın duymak ve dinlemek arasındaki farkı bildiklerine emin olmakla bilmekle, sadece duyulmak mı istiyorlar yoksa dinlenmek mi; bilmiyorum. ben dinliyorum.
bir sokakta oturuyorum. şapkalı, açık mavi ceketli, gözlüklü. güneş gözlüklü. boynunda atkısı, bir de atkısına sarılıp ısınmaya çalışan kemanı var. ve bir ceketli, şapkalı çocuk daha. gözlüksüz bu sefer. onun gitarı, ısınmak isteyen kemana inat sanki ısıtmaya çalışıyor gibi fakat şansı yok. bunu biliyor ve takip ediyor sadece. kemanı takip ediyor. peşinden gidiyor.
şarkıyı bilmiyorum. daha önce hiç duymadım. çaldıkları melodinin üzerine yazılmış herhangi bir kelime yok. bu kelime yoksunluğundan ötürü (ki benim fazlaca hoşuma giden bir yoksunluk, en azından şu an için) o kelimeleri söylemekle yükümlü insan sesi/sesleri de yok.
tam karşılarındayım. insanların durmamasını izliyorum. ve bir kadın daha. para attı ve gitti. herkesin önemli işleri var. herkesin ama. bir süre durup iki adım ötelerinde çalan -üstelik güzel çalan- adamı ve atkıya sarılan kemanını dinleyemeyecek kadar önemli. bu pek de önemsemedikleri, duymaktan öteye götüremedikleri müziğe attıkları şangırtılı paralar var. kemanın yatağında yuvarlak metal şeyler duruyor ve üzülüyorum. insanlara üzülüyorum.
sol elimin buz gibi olduğunu hissederek bir mermerin üzerinde oturmaya devam ediyorum. ben güzel bir müzik eşliğinde insanların durmamasını seyretmeye devam ederken, onlar da benim durmamı seyrediyorlar. kaç tanesi müziği dinlemek için orada oturduğumu fark etti, bilmiyorum. bakışları bunu fark etmiş gibi değildi çünkü hiçbirinin. kemancı ve gitarcı çocuktan çok ben dikkat çektim. sırf dinlediğim için. garipti değil mi sevgili gelen geçen insanlar? orada oturmak garipti, üşümek garipti, beklemek garipti, dinlemek garipti, koşturmamak garipti, önceliğim garipti. elimdeki deftere ne yazdığımı merak edenler oldu, kesinlikle oldu. sizi yazıyorum sevgili gelip geçen insanlar. okuyor musunuz?
rüzgar soğukla bir oluyor, müzik onlara karışıyor ve oluşan bu şey bana işliyor. oturduğumda hava aydınlıktı, yavaş yavaş karanlık çöküyor ve ben konserimin bitmesini bekliyorum. evet, bana konser verildi. sadece bana. onlar istemedi belki; ama ben aldım. bir konserin tek dinleyicisi olmak iyi hissettiriyor. üstelik duyduğum şey çok güzel geliyor şu an. uzun zamandır dinlediğim en güzel şey gibi geliyor. öyle değil; ama öyle geliyor.
sokakta iki canlı enstrüman işittiklerinde o sese uzanıp, onlar susana kadar orada kalan insanların olduğu yerlere gitmek istiyorum.
şubat 5, 2013 - saat: 17.52, kadıköy/moda.

Şubat 05, 2013

çok özel yazı

öncelikle, bugün çok sinirlendim. bugüne kadar maksimum yirmi lira verip aldığım şarap otuz iki lira olmuş. ben zaten merak ediyordum o şarabın neden o kadar ucuz olduğunu. çünkü çok güzel. gene de bu on iki liralık ani artışı hoş karşılamadım ve bana eşlik etsin diye emektar tuborg gold’a yöneldim. şarap isterken birayla dönmek hem alakasız, hem de alakasız işte. bir şeyler alakasız olunca iyi olmuyor.
bazen evrendeki tek insan olduğumu düşünüyorum. tek insan değil de, kendini hissedebilen tek şey diyeyim. ve birilerinin “hayır, ben de kendimi hissedebiliyorum” demesi hiç işe yaramıyor. bir gün birilerinin yerine tam anlamıyla geçebilme yetisi kazanırsam, o zaman belki. ama bunu da istemezdim.
yakın çevrem ikiye ayılıyor: çok sessiz olduğumu düşünenler ve çok konuştuğumu düşünenler. terslik kimde bilmiyorum. belki de terslik yoktur.
bugün okula gittim. “ben bu okulda bu insanlarla yapamıyorum hocam” dedim. aslında ne demek istediğimi anladı. anlamamasına imkan vermeyecek şekilde açıp anlattım çünkü. ama konuyu bir şekilde “ileride topluma faydalı bireyler olma”ya getirdi. oraya nasıl getirdiği hakkında hiçbir fikrim yok. onunla toplumun ne olduğunu, neden faydalı olunması gerektiğini tartışmadım. hatta konuyu bu tartışmaya götürecek en ufak kelimelerden bile uzak durdum çünkü o an toplumdan da, topluma faydalı olma fikrinden de midemin bulandığını söyleyemeyeceğimi; söylesem de değişen hiçbir şeyin olmayacağını fark ettim. kimse kendisine sorulmadan gönderildiği bir alana, topluma, çevreye ve hatta aileye bile faydalı olmak zorunda değil. insanları “önce topluma faydalı olacaksın” diktesiyle yetiştirmek onlara yapacağınız en büyük kötülük. geçtiğimiz günlerde bir kamu spotu görmüştüm televizyonda. 11 yaşlarında bir kız çocuğu “okumalıyım çünkü vatanıma faydalı bir birey olmalıyım” gibi bir şey diyordu. kimse ona kendisi için okuması gerektiği fikrinden bahsetmemiş. eminim ailesi de bahsetmemiştir çünkü bahsetseydi o kamu spotunda yer almasına izin vermezlerdi. umarım bir şeyleri önce kendin için, sonra da tamamen kendi seçtiğin şeyler için yapman gerektiğini erken fark edersin kız çocuğu. umarım.
şu an yağmur yağıyor. adımı sevmediğimden sıkça bahsederim ve bu yüzden yağan yağmuru da sevmediğimi düşünürler. daha doğrusu, yağan yağmuru sevmediğimden ötürü adımı sevmediğimi. halbuki böyle değil. evet  bir yerlere yetişmeye çalışırken yağmur bastırdığında çok sevinip, altında yürüyüp sırılsıklam olmayı sevmiyorum. fakat yağmur çok güzel. gökyüzünden su akıyor, müthiş. etkileri de müthiş. sesi mesela, o da müthiş. seveni de fazla. üzerine bin bir türlü şeyler yapacak kadar. şarkılar, şiirler vs.’den bahsediyorum. hah işte, bu adın ağırlığını ve güzelliğini taşıyabilecek biri olmadığımı düşünüyorum. böyle demiyorum tabii. “yağmur yağınca hemen espri konusu oluyorsun yea, bu yüzden sevmiyorum” deyip geçiyorum genelde. inanıyorlar. makul bir sebep hem. “yağmura şemsiyeaa” diye önüme fırlayan şemsiyeciler olduğunda, durumun komik olduğunu da düşünüyorum hem. gene de, galiba yağmur olabilecek biri değilim. galiba değil; değilim.
metrobüse bindiğim yer edirnekapı oluyor genellikle. mezarlıkları ile ünlü yer. zaten metrobüse binmek için de şehitliğin içinden geçiyorsunuz. ondan önce de bir mezarlığın yanından yürüyorsunuz. kısacası baya içli dışlısınız. kulağımda kulaklıkla yürüyordum, aklıma geldi. baya müzik dinleyerek (hatta eğlenceli bir şeyler çalıyorsa beynimde “ehaehe” moduyla) yürüyorum mezarlıkların yanından. günün birinde benim mezarımın yanından da geçenler olacak öyle. tabii bir mezarım olursa. o yanımdan geçip gideceklere not: güzel şeyler dinleyin yanımdan geçerken, ben duyarım.
insanların giyim kuşamları, saçı başı vs hakkında yorum yapan biri değilim. yani, bana ne. aynaya baktığında nasıl mutlu oluyorsa öyle gezsin. ya da gezmesin. çok mutsuz gezsin. hiçbiri beni ilgilendirmiyor. bu demek değil ki gözüme çirkin görünen hiçbir şey yok, hayır var. çokça var. ama bana çirkin. ona değil. bahsedeceğim şey tam olarak bu değil ama ilintili. insanın doğallığına söyleyecek bir iki şeyim var. makyaj yapan  kadın ya da erkek (makyaj deyince aklınıza sadece ruj gelmesin, saça sürülen jöle de saçın makyajıdır mesela) doğal değildir olgusuna katılmakla birlikte, doğallığı bozan tek şeyin makyaj olmadığını düşünüyorum. doğal olmak, olduğun gibi olmaktır. dışarıdan her türlü müdahaleye kapalı olmak. örneğin bir kadın, kaşını/bıyığını aldığı anda doğallıktan fazlaca uzaklaşır. çünkü eğer varsa o kaş ve bıyık, doğasında vardır. ya da erkek, sabah kalktığında karışmış saçını başını düzeltecek kimyasallar kullanıyorsa ve hatta sakal tıraşı oluyorsa, artık doğal değildir. ahah, ağda mesela. eğer aranızda bir kadına “ağda yapma çünkü bu seni doğallıktan uzaklaştırıyor” diyebilecek herhangi biri varsa, sonuna kadar insanın doğal olması gerektiğinden bahsedebilir. fakat bunu diyemiyorsanız, lütfen kendi kriterlerinize göre yepyeni doğallık sınırları belirlemeyin hehe. bence bunların yapılmamasının mümkünatı yok. ama bunun “temel”i de yok. yani bunlar temel şeylerdir yapılır, doğallığı bozmaz diye bir şey yok çünkü bozar. o kaşın alınma şekli bile insanın yüzündeki ifadeyi toptan değiştiriyorken, nesi doğal? ha işte aynı şekilde, insanların yüzlerine sürdükleri boyalar da miktarına bağlı olarak doğallıktan uzaklaştırıyor. ama boya küpüne dönüştürmeyen makyaj, en fazla ağda kadar doğallığı bozar. fazlası değildir. son olarak, ama yani sonuçta önemli olan insanın iç doğallığı. eheh.
beşiktaş’a düzenli olarak gidip gelişimin onuncu yılındayım. hayatımın bugüne kadarki en güzel dönemleri orada geçti. liseyi orada okudum ve lisenin sonrasında da kendisiyle fazlaca sık ve düzenli bir bağım oldu. o lise dönemlerinde beşiktaş’tan bıktığımı haykırdığım zamanlar vardı. bir daha adım atmak istemediğim zamanlar. şimdiyse her gidişimde beni sarıp sarmalıyor gibi hissediyorum. hoşgeldin diyor sanki. çünkü benim en tantanalı dönemlerime ev sahipliği yaptı. 2003te, lise giriş sınavlarında hazırlanırken oradaki bir dershaneye gittim, sonra orada bir lise kazandım, sonra üniversiteye gelene kadar geçirdiğim türlü türlü şamataların hepsini orada yaşadım. dershanesinden tut, en içsel anlarına kadar. gerçi geçen gün görüştük ama, bir iki gün içinde gene uğrayacağım sana, bil diye söyledim. ama fikrim değişmedi, senin bana bütün yaptıklarına rağmen kadıköy’ü daha çok seviyorum. nankörlük çünkü.
hayatta en çok sahip olduğum şey ama’lar. hep bir şey istiyorum ve her seferinde yakamı bırakmayan bir ama ile karşılaşıyorum. en büyük engelim olduğu için, çok alakasız bir cümlede bile ama görsem,  sinirleniyorum. bir insanın en büyük engelinin kendi “ama”sı olması çok kötü.
iki üç gün önce, sosyal paylaşım ağlarının birinde bir tanıdığımın “hayat çok kısa ve anlamlı değil mi!?!?1” temalı paragrafımsı yazısını gördüm. aslında temasının o olmasını geçtim, direkt cümlenin kendisine sahipti. “hayat çok kısa ve anlamlı değil mi?” insanların anlam, algı gibi kavramlarda bu kadar zayıf olduğunu görünce üzülüyorum. sanki ortada kendi anlamıyla gelen, her şeyi açık şekilde duran bir şey ve kıyaslayacak alternatifleri varmış gibi yorum yapmaları.
insan kendi gibilerini görmek ister. ben de isterdim çünkü pek yoktu. sonra sonra biraz görmeye başladım. şimdi gördükçe üzülüyorum. 
böyle bahsedince dünyanın en sıkıcı insanları olarak görülüyoruz ama değiliz. acayip eğlenceliyiz aslında, valla. eheh. kendimizi ayrı bir tür gibi görüp ısrarla soyutlamaya çalıştığımız için kusura bakmayın ama öyle. benim güldüğüm çok şey var mesela. bazen kimsenin gülmediği şeylere bile midemde o sancıyı hissedene kadar gülebilirim. ve herhangi bir zoraki gülmeden bahsetmiyorum. bazı sevdiğim insanlar var. aslında neredeyse hiç ortak noktamın bulunmadığı. bu çok tuhaf. bir insanın, herhangi bir konuda ortak olmadığı biriyle konuşabilmesi ve onu çokça sevebilmesi. bu noktada hissettirilenler devreye giriyor sanırım. bunu çok irdeledim çünkü. bu insanları neden seviyorum dedim. şimdi burada, bloglarda yani, kitaplardan, müziklerden, genel olarak sanattan bahseden entelektüel, bilgi birikimi hat safhada insanlarız ya hepimiz (eheh), işte bahsettiğim bir iki insanla ne okuduğumuz kitaplar benzer, ne dinlediğimiz müzikler, ne de çoğu zaman hayata bakış açımız. bazen birilerinin, bilmiyorum, cümleyi tamamlayamadım.
yaşlılıkla ilgili hissettiğim şeyler korkudan farklı. korku diyemiyorum çünkü günün birinde yaşlanacağımı biliyorum. endişe desen, o da değil. yaşlanacak olduğum fikri felaket rahatsız edici ve ürpertici. tek bildiğim, şu an gördüğümüz yaşlılar gibi olmayacağımız. yani biz doksan yaşına da gelsek teknolojinin ne olduğunu bilip onunla iç içe olacağımız için, aklınıza şimdiki huzur evleri falan gelmesin. nesil olarak öyle olmaya müsait değiliz. gerçi ben nesil olarak o kadar yaşayacağımızı da sanmıyorum. neyse, belki yaşlanmam.
kendimizi maskelediğimizi ve bunu sıkça yaptığımız geldi aklıma. sonra da tiyatro, maskelemekten. yirmi iki yıl boyunca en iyi yaptığım şey o oldu (hatta yirmi iki buçuk neredeyse, gene de dili varmıyor insanın; söylemek istemiyor). tiyatro. bunu meslek olarak yapmadım ya da para kazanmadım. aslında para da kazandım bundan ama bireysel kazanmadım; bu sebeple o para bana ait olmadı. kısacası maddi hiçbir çıkarım yoktu. maddiyattan bu denli uzak çıkarlarımın olduğu bir yer. kendimi bir şeyler yaparken en mutlu hissettiğim zamanlar o sahneye çıktığım anlar oldu. hep. bazen sırf bu yüzden para kazanmak istiyorum. kendi tiyatromu kurabilmek için. sadece bana ait bir tiyatrodan bahsetmiyorum. benimle olacak insanlara. bizim tiyatromuz olacak. çok güzel olacak.
işte bu yüzden, istediğim her şekle bürünebilirdim çünkü rol yapabiliyorum. dediğim gibi, en zevk aldığım şey buydu üstelik. buna rağmen kimseye olmadığım gibi davranmadım. insanları olmadıkları hallerde görünce karakterler yaratıyorum. bu sebeple çok da içerlenmiyorum farklı görünmeye çalıştıkları için. içlerinden çıkan her şeyin onlara ait olduğunu da düşünüyorum. gerçi bu benim zaman zaman insanı meta olarak kullandığım gerçeğini değiştirmiyor. yeni karakterler yaratmak anlamında beni besliyorlar çünkü. bu rahatsız edici olmamalı. kimseye olmadığım gibi davranmadım dedim ya hani. işin kötüsü, onlar beni olmadığım biri gibi algılayabiliyorlar ki ben ne kadar umursamıyor görünmeye çalışsam da kendimi olduğum gibi aktarabilmek adına çırpınırım. o da kendim için yaptığım bir şey gerçi. yakalayabilmek adına.
gördüğüm bazı rüyaların gerçekleşebilmesi için neler vermezdim. ama ne zaman bir şeyler için uğraşmaya hazır olsanız, o şeyin aslında olmayacağını görürsünüz. bazen o kadar çok korkuyorum ki, kaybolacakmışım gibi geliyor.
görüşürüz.


Şubat 04, 2013

“bugün içimde bir huzursuzluk var” diye dolanan tipler var. adamlardaki lükse bakar mısın? hani her zaman huzurlu; o gün içine bir huzursuzluk gelmiş.
onu daimi çekenler var. her zaman güneş sanki size gülüyormuş, kuşlar sizin için ötüyormuş, pencerenizi açtığınızda rüzgar hafif hafif eserken size günaydın diyormuş bilmemne gibi uyanmasanız da olur. arada “içinize bir huzursuzluk gelme durumu” olsun yahu, yakınmayın bunun için. sonuçta arada uğruyor size. şanslısınız yani. 

Şubat 01, 2013


(kaynak: http://kearone.deviantart.com)