Mart 26, 2013

“ama ben ne baharın kokusuyla, ne de insanın içine, iliklerine kadar işleyen bu ılık havayla oyalanabilirim. içimdeki bu isteksizlik dedim ya bir kere, nedenini bulmalıyım. anlamalıyım. açıkça, elle tutulurcasına bu isteksizliği tanımalıyım. bulamazsam uydurmalıyım. isteksizliğime bir neden uydurmalı, sonra da buna inanmaya bakmalıyım. başka türlü rahat edemem. düşünemem. erken gelen bu baharın sabahını tadamam. bir öyküsü, başladığı bir yeri, başladığı bir anı olmalı bu isteksizliğin. bir süreci olmalı. işin içine başka insanlar, başka bir insan karışmalı. yer, zaman, olay, bütün bunlar bulunur nasıl olsa. ama bütün bunların ortasına, bütün bunları bağlayacak bir düğüm noktası olarak gelin de bir insan bulun.”

Mart 22, 2013

"uyandığım zaman, bir gün önce bıraktığım her şeyi sıcak bir aydınlık içinde buldum."

bu cümleyi okuduğum an, içinde bulunduğum o adsız şeyin çaresizlik boyutunun düşündüğümden daha yüksek olduğunu anladım. insanların sıcak aydınlıkları varmış. benimkiler ise soğuk bile değil. soğuk olsa severdim zaten, soğuğun samimiyeti sıcakta yok. hiç olmadı.
sıcak aydınlıklar da hiç olmadı. uyandığım zaman ilk düşündüğüm şey uyuduğum anlar oluyor hep. uykuyu kavramaya çalışmak ve uykuyla yok olmanın aynı şey olduğunu düşünmek. bir gün önce bıraktıklarım ise, ben olmasam da onların var olmaya devam edeceğini haykırıyor bana adeta. sadece kendime ait eşyaların bulunduğu alanlarda olmayı çok severim fakat o çok sevdiğim şeylerin bile bana kafa tuttuğunu düşünüyorum ara sıra. üstelik, ben onların üstünlüğünü çoktan kabul etmişken.
ha, sıcak aydınlıklar. bu dünyada insanları kandırmayı en iyi beceren şey gün doğumudur. hiçbir şey demeden çok şey vadediyor ve insan, bu vaat karşısında kayıtsız kalamıyor, inanıyor. her yeni gün, sanki her şeyi değiştirip daha iyiye götürecekmiş gibi yapıyor. sonra gün boyu “bi’şey olacakmış” gibi, “bi’şey olacak ve her şey daha iyi olacakmış” gibi hissediyorsunuz. gün sonunda size kalan tek şey ise ertesi gün doğumunun vaatleri oluyor. bu yüzden bazıları için gün doğumu değil, gün doğumundan bir süre öncesi güzel. havanın aydınlığı getirmeden önceki dakikaları. koyu lacivert anlar. bu koyu lacivert zamanları izleyip tam aydınlığın geldiği anda uykuya dalmak en zevkli şeylerden biri. çünkü gün sizi kandırmaya başlamadan, onun sesini kesmiş oluyorsunuz.
evet sıcak aydınlıklar. güneşin bile getirmeye gücünün yetmediği sıcak aydınlıklar. güneş mi getirir, onu da bilmiyorum ya gerçi. insan görmediği, bilmediği bir şeyi tanımlayamıyor, zorlanıyor. şu an tek bildiğim, birilerinin sıcak aydınlıklara sahip olduğu. emin olduğum şey ise, sıcak aydınlıklara sahip olamayacağım.
sıcak aydınlıklarınız varsa, bir gün önce bıraktıklarınızı çıkarın ve önce kendinizi bulun onun içinde. kıyafeti giymek, elinizde taşımaktan daha iyidir çünkü.

Mart 15, 2013

"sözcükler böyledir işte, durmadan kılık değiştirir, birbirinin peşine takılırlar, ne yöne gittiklerini bilmezler sanki ve içlerinden ikisinin ya da üçünün ya da dördünün, örneğin bir kişi adılının, bir zarfın, bir eylemin, bir sıfatın kendi halinde öylece birdenbire ortaya çıkıvermesiyle, heyecanımız cildimizin yüzeyine ve gözlerimize kadar karşı konulamaz biçimde yükselir, duygularımızın içine hapsolduğu barajı yıkar, kimi zaman da bu basınca dayanamayan sinirlerimiz olur, çok fazlasını yüklenmiştir, her şeyi yüklenmiştir, cendere içindedir."

Mart 10, 2013


shine’ın donduran sahnesi. bilmiyorum kaçıncı kez izliyorum, hala nefes alamıyorum izlerken. çünkü david helfgott’un babasının da dendiği gibi: “rachmaninoff is the best.”

Mart 07, 2013

okuldan, içinde türlü türlü kağıtların, maket malzemelerinin, çizim alet edevatlarının bulunduğu ve üzerinde “art bag” yazan fakat konuyla hiç alakası olmayan, oraya buraya çarpıp fazlaca sinir eden ve ağırlığı ile de taşıması oldukça zor olan; fakat mimarlık öğrencilerine en büyük artistliklerini veren 70x100 cm boyutlarındaki devasa çantalarımızla çıktığımız günlerden birinde, bir arkadaşın şu an anımsayamadığım bir şeysi için alışveriş merkezlerinden birine girmiştik. malumunuz, buralarda çantalarınızı cihazlardan geçirmek zorundasınızdır, çantanın devasa olması buna engel değildir. o gün maketle uğraşılmış bir gün olduğundan, çantada maket bıçaklarımız da -ki halk arasındaki adı falçatadır- vardı. son derece kesici olan bu aletler x-ray’de görülünce, bıçakları çıkarıp bırakmamızı istediler, çıkarken geri alırsınız dediler. biz de abartmışız, ikişer üçer atmışız o maket bıçaklarından çantaya eheh. neyse biz de çıkardık teslim ettik bıçakları, kimseyi kesmeyeceğimize kendilerini inandırmış olduk.
okulda da, kapıda her gün sözde çanta kontrolü var. “lütfen çantalarımızı açalım” sesleri eşliğinde giriyoruz ve yaptıkları tek şey çantanın açılmış fermuarının bir ucundan tutup, çantayı çeyreği kadar bile açmadan göz ucuyla bakmak oluyor. buna rağmen çantayı göstermeyi unutanlara ya da ne bileyim, açmakla uğraşmak istemeyenlere falan (bazen normal zamanlarda bile bakmayıp, insanlar sınava yetişmeye çalışırken direttikleri oluyor çünkü) kızıyorlar. yalnız şöyle bir durum var, bu bizim çizim ıvır zıvır çantalarımıza kimse bakmıyor. kolunuzdaki ufacık çantaya bazen dikkatli dikkatli bakıyorlar ama o kocaman çantaları taktıkları yok. onlarla ne isterseniz sokabilirsiniz yani içeri.
alışveriş merkezinde tehlikeli gördüklerinden maket bıçaklarını alıyorlar, okullar ise gerçek tehlikenin farkında değil bence. öğrencilerin okula silah ya da döner bıçağı sokmamasını engellediklerinde güvenliği büyük ölçüde sağladıklarını düşünüyorlar fakat mimarlık öğrencilerini unutuyorsunuz ehehehe. düşünsenize, faça atabiliriz her an.
not: iç mimarlık, endüstri ürünleri tasarımı vb. gibi tasarım bazlı bölümlerin  çoğu dahil tabii bu gruba. sadece mimarlık diyerek bölümümü soyutlamak istemiyorum. gene de mimarlık daha tehlikeli gibi. meheh.
gene not: hiçbir öğrencinin maket bıçağı ile yapacağı şeylerden sorumlu değilim, bana ne. görevimi yaptım, uyardım.
bir daha not: okullarda maket bıçağı kullanımı yasaklanırsa çok gülerim.